Mezar Kavramı ve Gelişim Süreci

yunan-mezar-tasi

İnsanların ölümden sonraki yaşama dair inanışları ve ölen kişiyi en azından düşünsel olarak bir mekan içinde yaşatma isteği, bir tür konut denilebilecek mezar yapılarının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu mezar yapıları, ait oldukları dönemin ve yöre halkının, tüm sosyal, kültürel yapısını ortaya koyan, o dönem için belge niteliğinde olan yapılardır. Mezar olgusunun ilk ortaya çıkışı, günümüzden 100.000-40.000 yıl öncesinde yaşayan insanlara kadar dayanmakta ve tüm tarih çağları boyunca, insanların en önem verdiği kavramların başında gelmektedir. Mezar yapılarının, insanların her biri açısından büyük önemler taşıdığı, geçmişin aydınlatılmasında en büyük rollerden birini üstlendikleri kesindir.

Mezarların varoluşnedeni ölülerdir ve doğal olarak onlara özel mekanlar yaratma, onları bir şekilde yaşatma düşüncesi hakimdir. Bu, bir tür ölümsüzlük konutu olarak nitelendirilebilecek gömütlerin tasarımını etkileyen ilk unsurlar, bölgenin coğrafi yapısı ve yöre insanlarının inançlarına bağlı olarak kremasyon ya da inhumasyon gömme adetleridir. İnhumasyon, insan vücudunun bir bütün olarak gömülmesi şeklinde ifade edilebilir. Kremasyon ise, cesedin yakıldıktan sonra küllerin gömülmesidir.

Fransa’daki Mouistier, Rusya’daki Teshik Tash ve Irak’taki Shanidar mağaralarında saptanan arkeolojik verilere göre ölülerini gömen ilk insanlar, günümüzden 100.000-40.000 yıl önce yaşadığı saptanan, Homo Neanderthallerdir. Bu insanların, hoker (prehistorik devirde görülen gömü şeklidir) durumunda yatırdıkları ölülerinin yanı başına taşaletler, balta ve hayvan kemiklerini bırakmaları veya ölünün başını dağ keçisi boynuzlarıyla çevrelemeleri ya da fosilleşmişkalıntılara göre, cesedin etrafına kümeler halinde sarı ya da mavi çiçekler bırakmaları o dönemde uygulanan ölü gömme adetlerini yansıtmaktadır.

Hoker Gömme Biçimi (Lidar Höyük);

Ölülerine bir mekan oluşturma, onları sonsuza taşıma isteğiyle, insanlar bazen onları yakarak küllerini saklamışlar, bazen bir küpün içine koyarak defnetmişler, bazen de fazla özelliği olmayan basit mezarlara gömmüşlerdir. Bazı dönemlerde de, daha özel ve görkemli ebedi mekanlar sağlamak amacıyla tümülüsler, kaya mezarları, anıt mezarlar gibi mimari anlamda gömütler meydana getirilmiştir. Bu mezarlar ve mezarlıklar bazen yerleşim yeri içinde, bazen de dışında yer almışlardır. Genel olarak, mezarların ilk çağlarda çoğunlukla yerleşim yeri içinde yer aldığı söylenebilmektedir. Zamanla yerleşim yeri dışında mezarlık, yani nekropolis (Yunanca ölü şehir kelimesinden gelir. Antikitede kent dışında yer alan mezarlık alanıdır) olarak nitelendirilebilecek alanlar da meydana getirilmiştir.

Neolitik Çağın (MÖ 8000-5500) başından itibaren gömüler, hem yerleşme içinde hem de dışında görülmektedir. Yerleşme içindekiler, sokaklarda, avlu ya da ev içlerinde, yerleşme dışındakiler, mezarlık olarak tanımlayabileceğimiz belirli alanlarda yer almışlardır. Yerleşme içindeki gömülerin en eski örneğine Çayönü’nde rastlanmıştır. Bulgulara göre şimdilik en eski köy yerleşmesi olan Çayönü, günümüzden 9200-8700 yıl önceye tarihlenmektedir. Burada evlerin tabanı altına hoker durumunda gömü yapılmıştır. Aynı yöntemle gömülere, Orta Anadolu’da Çatalhöyük’te de rastlanır. Yine aynı bölgede Hacılar’da, yaygın olan yerleşme dışı gömü yanı sıra ev ve avlu tabanlarıyla tapınak odası döşemesi altına gömme geleneği de görülmektedir. Ev içinde gömme adeti ise Doğu Akdeniz’de Ön Tarihten başlayarak yaygınlaşan bir ata kültü geleneğine işaret sayılır. MÖ 2. binyıl başlarından itibaren gömünün artık iyice yerleşim dışına çıktığı görülmektedir.

Orta Anadolu’ya bakıldığında mezarlıkların yerleşim içinde, ya evlerin içinde ya da evlerin aralarında, meydanlık veya sokaklarda yer aldığı görülmektedir. Bu gömme adetinin Orta Anadolu’da MÖ 2500-2000’lere kadar devam ettiği gözlenmektedir. Ölüler yerleşim yeri içinde, çoğunlukla günlük yaşamın geçtiği yerlerde, oda bazen de avlu tabanı altına gömülmektedir. Çeşitli merkezlerde, evlerin dışındaki boşalanlara, meydanlara, hatta Kültepe’de görüldüğü gibi sokak altına bile cesetlerin gömüldüğü gözlenmektedir. Bazı merkezlerde ise, mezarların yerleşim yerinin belirli bölümlerine yapılması ile yerleşim içi mezarlıkların (intramural mezarlıklar) oluşturulduğu dikkati çekmektedir. Batı Anadolu’da ise bu adetten farklı olarak yerleşim dışı mezarlıklara (ekstramural mezarlıklar) da rastlanmaktadır. Kuzeybatı ve Batı Anadolu’da yer alan Kusura, Babaköy, Yortan, Balıkesir, Çandarlı mezarlıkları bu tipe en iyi örnekleri vermektedir. Kusura’daki aşağı yukarı MÖ 4. binin sonu, 3. binin ilk yarısına tarihlenen mezarlık hakkında çok fazla bilgi edinilememesine rağmen fotoğraf ve planlarına bakıldığında düzenli bir mezarlık olduğu anlaşılmaktadır. Burada ölüler, uzun bir çukura ve belirli bir sıraya göre dizilmişlerdir. Sonraki tahriplere ve kazının bitirilmemişolmasına rağmen, mezarların birbirini takip ettiği ve birinci sıraya paralel olmak üzere, ikinci mezar dizisinin tertiplendiği anlaşılmaktadır. Toprak, küp ve sandık mezarlar yan yanadır. Mezarlıkta ayrı mezar tipleri için özel yerler ayrılmamıştır. Ölü hediyelerine ve buluntu durumlarına göre, üç mezar tipi de birbirinin çağdaşıdır. Kusura mezarlığı, mezar tipleri bakımından Anadolu’nun en çeşitli belgelerini veren bir buluntu yeridir. Ayrıca mezarlık, Anadolu’nun ilk kültürlerinde de mezarlık kavramının varlığını göstermesi açısından çok önemlidir.

Aynı bölgede oturan, aynı kültürü yaşayan ve aynı halk grubuna ait olan halklardaki farklı inanışların bir sonucu olarak, farklı gömme adetlerinin geliştirilmişolduğu görülmekle birlikte, diğer bölgelerden farklı olarak Batı Anadolu’da intramural ve ekstramural adetler bir arada bulunmaktadır. Bunun sebebini, Batı Anadolu’nun, bir yandan mezarlık kültürüne sahip Ege ve Yunanistan’ın, diğer yandan sadece şehir içine gömme adetine sahip Orta Anadolu’nun etkilerinden kurtulamamışolmasından çok, ayrı iki kültür bölgesinde yaşayan toplulukların ortak bir bölgede buluşup kaynaşmasına bağlamak mümkündür.

Anadolu’da Ön Tarihte yerleşim içi mezarlıklarda, evlerin döşemeleri altına yapılmışgömülere bakıldığı zaman, bunların bazılarının yaklaşık 50-100 cm. derinliğe gömüldükleri ya da döşeme altına birden fazla gömü yapıldığı düşünüldüğünde, evde yaşayanların korku duymadıkları ve sağlık açısından herhangi bir endişe taşımadıkları düşünülmektedir. Bittel’in bu adeti, ââ?¬Ë?ölüleri, oturdukları saha dahilinde, hatta onu daima yakında bilmek yaşadığı müddetçe alıştığı muhitte alıkoymak ve bir dereceye kadar geri kalanların hayatlarına iştirak ettirmek için eve gömerlerdi’ şeklindeki izahı Anadolu’daki ev içi mezarları için söylenenlerin ilkidir. Ölülerini şehir dışı mezarlıklarına gömen insanların, ölüden korkma, geride kalanların hayatlarına iştirak ettirmekten çekinme gibi tamamen ayrı bir tasavvura sahip olduklarını düşünmek gerekir.

Ön Tarihte Anadolu ölülerinin çoğu tek, pek azı da çift olarak gömülmüşlerdir. Kolektif gömme adeti bu dönemde Anadolu’da görülmemektedir. Burada aile ve kabile mezarları da yoktur. Aslında, Ön Tarihteki Anadolu mezarlarının biçimleri kolektif gömmeye uygun değildir. Ege’nin ev biçimli mezar anıtları, kayalara oyulan tapınak biçimli mezarları, sahte kubbe ya da kemerli mezarları Öntarih Anadolu kültürlerinde bilinmemektedir. Anadolu’nun çift kullanıma tanıklık eden ilk buluntusu, Alacahöyük’te bulunan ve Geç Kalkolitik Döneme tarihlenen sanduka mezardır. Bu mezara, biri yetişkin erkek, diğeri çocuk olmak üzere iki kişi gömülmüştür.

Tekeköy’de uzatılmışdurumda bulunan 4 adet iskelet bir kenara bırakılırsa, Ön Tarihte bütün Anadolu ölüleri hoker durumunda gömülmüşlerdir. Hoker durumunun Anadolu’nun değişik bölgelerinde çeşitli biçimleri de görülmektedir. Dizlerin hafif bir şekilde büküldüğünü gösteren örneklerin yanı sıra karına, göğüse ve çeneye kadar çekildiğini gösteren buluntular sıklıkla görülmektedir. Bu çalışmada, hoker durumunda gömülen Anadolu ölülerinin, tam hoker (dizin göğse-çeneye doğru çekilmesi ve bütün vücudun bir kitle halinde toplanması) ve yarım hoker (dizin göğüsle karın arasında genişbir açı meydana getirmek üzere karna çekilmesi) olarak ikiye ayrıldığı sınıflandırma ele alınmıştır.

Tam ve yarım hoker gömme biçimi, Ön Tarihte Anadolu’nun mezarlarında yan yana görülmektedir. Hoker durumundaki ölüleri çoğunlukla sağ ya da sol yanlarına yatırılmışlardır. Sırtüstü bırakılanları çok azdır. Başları da aynı şekilde yana yatırılmıştır ve yine dik bırakılanları çok az sayıdadır. Anadolu kültürlerinde, oturmuşya da karnı üzerine yatırılmışhoker pozisyonuna rastlanmamıştır. Pek azının başı altında yastık görevini yerine getiren bir taşparçası bulunmaktadır. Hoker durumunda gömme biçiminin sebebi hakkında birçok fikir öne sürülmüştür. Hoker pozisyonunun, yaşayanların uyku durumunu temsil ettiği, ölümün de bir tür sonsuz uyku olduğunun düşünülerek bu formun uygulandığı düşünülmektedir. Ancak farklı iklim bölgelerindeki uyku biçimlerine karşılık aynı hoker pozisyonunun uygulanıyor olması bu savın doğruluğunu destekler görünmemektedir. Yine bu pozisyonun yemek yeme biçimine gönderme yaptığı savı öne sürülmüşve yeme içme ile ilgili sunuların başçevresinde yer almasıyla desteklenmek istenmiştir. Fakat bu sunuların vücudun diğer taraflarının yanında ya da uzağında bırakılması bu savı da çürütmektedir. Ölünün hortlamasından korkulduğu için bağlandığına ve bunun için de en uygun durumun hoker olduğuna inananlar bulunmaktadır. Ancak buna dair görüşler buluntularla desteklenememiştir. Bununla beraber, bugün bile bazı ilkel kavimlerin ölülerini, geri dönmesinden korktukları için bağladıkları bilinmektedir. Ölünün gömüldüğü yerin küçük olduğu için bu pozisyonun kullanıldığı da düşünülmüştür ama büyük ölçekli mezarlarda da hoker durumunun görülmesi bu görüşün yetersizliğini göstermektedir. Hokerin, bir tür dinlenme pozisyonu olduğu ve ölünün son yerinde da aynı biçimde bırakıldığı ileri sürülmüştür. Ancak yine de birbirinden farklı kültür bölgelerinde, farklı adetlere sahip insanlar arasında aynı hoker durumunun görülmesini aydınlatacak düzeyde bir görüşolarak değerlendirilemez. Ayrıca hokerin ana rahmindeki duruşu taklit ettiği ve kişinin öteki dünyaya da doğduğu biçimde gittiği de düşünülmektedir. Yaygın olarak kabul edilen görüşde budur.

Paleolitik Çağdan (MÖ 600000-10000) itibaren görülen hoker durumunun Orta ve Batı Avrupa’ya, Ege, Mısır, Önasya, İran ve Avrasya’ya yayıldığını hatta bugün dahi Amerika, Avustralya, Polonezya’da yaşadığı anlaşılmışolmasına rağmen asıl sebebini açıklamak pek de mümkün olamamıştır. Bu nedenle, yukarıda sayılan görüşlerin hepsinin birden dikkate alınması, sadece bu görüşlerin birinin doğruluğunu ispat etmeye çalışmaktan daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Bu görüşlerin, toplumlara göre değişeceği gerçeği de göz önüne alınmalıdır. İlk çağlarda dünyanın hemen her yerinde rastlanan bu adetin her toplumda diğerlerinden bağımsız olarak doğabileceği gibi, paleolitik bir kökten yayılmışolma ihtimali de göz ardı edilmemelidir.

Anadolu’da ölü gömme biçimlerinde, ellerin durumunda da belirgin bir durum görülmemektedir. Kolların yana uzatıldığını, göğüs üzerinde birbirine kavuşturulduğunu ya da dirsekten bükülerek ellerinin yüz hizasına, özellikle çeneleri altına, ağızları önüne bırakıldığını ve hatta başlarının altına konulduğunu gösteren örneklerin yanında, dizlerin arkasına, kalçasına yerleştirilmişbuluntular da mevcuttur. Bunlardan başka, bir elinin yüze, ağıza götürüldüğünü, diğerinin ayaklarına doğru veya gövdesi üzerine uzatıldığını gösteren mezarlar da vardır. Kolların durumunda belli bir geleneğe bağlı kalınmamakla beraber, çoğunlukla dirsekten bükülen kolların yukarı doğru kaldırıldığı ve ellerin de ağız hizasına getirildiği görülmektedir.

Ölüler ile ilgili kalıntılar, çoğunlukla yakınlardaki bir yerleşime işaret etmektedir ve genellikle bu yerleşmelerden daha çok varlıklarını sürdürür bir durumda olmaları dikkat çekicidir. Ölüye saygı kavramı bir yana, belki de bunun sebebi, yaşanır ve yaşanmaz topraklar arasındaki farkla ilgilidir. Çünkü mezarlıkların, genellikle az kullanılan ya da hiç kullanılmayan alanlarda konumlandırıldığı görülmektedir. Ayrıca bu mezarlıklarda, yağmalama ve yıkma eylemlerine karşı bazı korkunç uyarı yazıları da yer almaktadır. Mezarlıklar, anayollar boyunca, yaşanılan alanların dışında ve standart yerleşmeye müdahale etmeyerek oluşturulmuşlardır. Bir Yunan kentine yaklaşırken bilinmesi gereken ilk şeyin anayolların üzerinde mutlaka kentin nekropolisinin yer alacağıdır. Üstelik bu alan, yaklaşılan kentten daha kalabalık olacaktır. Daha prestijli olan mezarlar, ziyaretçileri etkilemek üzere yolun kenarlarına dizilmiş, daha alçakgönüllü olanlarsa onların arkalarında yükselmişdurumdadırlar. En fakirleri, genellikle herhangi bir işaret yazısı taşımazlar. Biraz daha iyi hallileri, yazıtlı mezar taşlarına sahiptirler. Bazılarında figürler de yer alabilir. Zenginlere ait mezarlar, birkaç metre yüksekliğinde, mermerden ya da işlenmişheykel veya rölyeflerle süslenmişanıtsal mezarlar biçimindedir. Bu yapılar birkaç kuşağın üyelerini alabilecek şekilde çok odalı da yapılabilmektedirler. Bu Yunan ve Helenistik mezar geleneği Romalılarca da devam ettirilmiş, bazı detaylar doğrudan Helenistik Türkiye’den alınmıştır. Mausoleion kelimesi de Halikarnasos kralı Mausolos için yapılan anıt mezardan kaynaklanmaktadır. Mausolos’a ait anlamına gelen bu kelime daha sonraları bu tipteki tüm anıt mezarlar için kullanılagelmiştir. Günümüzde mozole biçimine dönüşerek aynı anlamda kullanılmaya devam etmektedir.

Yunan Mezar Taşı (İzmir Arkeoloji Müzesi);

Günümüzde Akdeniz bölgesinde, orijinal halinin nasıl olduğu görülebilen pek az nekropolis bulunmaktadır. Çünkü, nüfus artışları, yol genişletmeleri, mezar yazıtlarındaki tüm korkunç uyarılara rağmen yeniden kullanım için taşların önlenemez bir biçimde sökülmesi ve hepsinden önemlisi mevcut kanunların bu alanların korunmasındaki hata ve yetersizlikleri nedeniyle günümüze pek az nekropol alanı kalabilmiştir. Her ne kadar Via Appia’dakiler ve Atina’daki Dyplon Kapı yakınındakilerin muhteşemliğine erişemezlerse de Türkiye’de de mükemmel bazı örnekler bulunmaktadır. Özellikle Hierapolis’in yaklaşık 1200 mezarı içeren nekropolü, Assos, Patara, ve Ksanthos nekropolleri bunlar arasında en iyi örneklerdir.

Erken Yunan’ın tamamında hakim olan gömü biçimi, tek mezarla birlikte, taşsanduka mezar (Resim 3.4), zemine açılan basit çukurlar ya da kayaların biçimlendirilmesiyle elde edilen tekne biçimli mezarlardır. Genellikle, vücut, defnedilmeden önce yakılmaktaydı. Zaman içinde mezarların özelliklerinin de artmaya başladığı gözlenmektedir. Arkaik Dönem boyunca, yeraltındaki odalara çoklu gömüler, yükselen toprak yığınları yani tümülüsler ve taş-tuğla ile inşa edilmişmezarlar görülmeye başlandı.

Taş Sanduka Mezar (Kaonos);

Helenistik Dönem boyunca, antik dünyanın yedi harikasından biri olan Maussoleion’dan Asia Minor’un oda mezarlarına kadar sıralanan anıtsal boyuttaki mezarlar söz konusuydu. Bu dönemde de kremasyon ve inhumasyonu bir arada görmek mümkündü. Defin işlemleri sırasında birtakım törenler öngörülüyordu. Gömü sırasında, yiyecek içecek dolu kaplar cesedin yanına konuluyordu ya da urneler mezara yerleştiriliyordu. Erkekler için, silah, alet-edevat; kadınlar için, mücevher, kumaş; çocuklar içinse terracota figürinler, oyuncak gibi hediyeler mezara sonradan ekleniyordu. Gömü ziyafetine ilk önce mezar başında, daha sonra yakın bir akrabanın evinde hayvan kurbanlarıyla eşlik ediliyordu. MÖ 470-400 yılları arasında, beyaz zeminli lekythoslar, hem törenler sırasında, hem de ölünün mezarında hediye amaçlı olarak kullanılmaktaydı. Beyaz zemin üzerine, siyah veya kırmızı ile figürler tasarlanıyordu. Mor, kahve, kırmızı, sarı, pembe, mavi gibi renkler elbiselerdeki çeşitli kombinasyonların ve diğer tasarım detaylarının daha gerçekçi ve renkli olabilmesi için eklenmekteydi.

Urne:Taş, pişmiştoprak ya da tunçtan yapılmışkavanoz ya da vazoya benzer, kapaklı ya da kapaksız kap. Bunlara su, içki konulduğu gibi ölülerin küllerinin de konulduğu görülmektedir.

Mezarın dışkısmında, bir yazıtın yer alması gelenekti. Bu yazıtlar iki fonksiyondan birini ya da her ikisini birden yerine getirmekteydi; ya ölünün sonraki gömüler tarafından rahatsız edilmemesi için mezarın pozisyonunu gösteren bir uyarı ya da ölünün anısını yad eden dekoratif bir anıttılar. Sıradan durumlarda bu yazıt, sade, üzerinde sadece ölünün isminin belirtildiği küçük bir sütundan oluşurdu. Fakat bu mezar belirleyicisi, şu ya da bu şekilde sanatkarca işlenirdi. Yunan sanatı, mezar yazıtlarının süslenmesi ile önemli bir etkinlik alanı bulmuşve bu alanda en yüksek düzeyde eserler ortaya çıkartılmıştır. Arkaik dönemde, bir yazıt ile yüksek, ok gibi ince, genelde sfenks(insan başlı, aslan gövdeli bir yaratık biçimindeki heykel. Antik Mısır’dan, Yunan ve Roma’ya geçmiştir) biçimi bir başlığı olan mezar taşları tercih edilirken, Klasik Dönemde çeşitli tipler arasında, en çok yassı ve ensiz mezar taşları kullanılmıştır. Bunlar arasında bir çelenk oturtulmuşya da üzerine resimler veya rölyef yapılmışolanlar, mermerden yontulmuşözellikle lutrophoros ve lekythos biçiminde mezar vazoları ve serbest heykeltıraşlık parçaları sayılabilir. Phaleron’dan Demetrios’un MÖ 317 yılında, mezar lüksünü yasaklayan ve sadece gösterişsiz sınırlar içinde kalan bazı anıt taşlarına izin veren kanunlarına kadar, MÖ 4. yüzyıl boyunca mezar taşlarında lüksün giderek arttığı gözlenir. Bunların arasında, pek fazla gelişkin olmayan Attika mezar rölyefleri bile ifade güçleri açısından dikkat çekicidirler. Bunlarda, karşı karşıya duran hanım-hizmetçi, karı koca birlikteliği anne çocuk ilişkilerinin biçimlendirilişi oldukça etkileyicidir.

Mezar yapıları süreç içinde zenginleşir ve çeşitlenirken, basit toprak, taşsanduka ya da küp mezarların da ötesine geçerek anıtsal mezarlar ve bunların bir araya geldiği nekropoller de ortaya çıkmaya başladı. Lidya tümülüsleri, Likya lahitleri gibi ya da kaya mezarları gibi anıt mezarlar bunların önde gelen örnekleridir.

Hakkımızda-Reklam-İletişim
Mobil sürümden çık